23. BÖLÜM
“MUTLULUK BALONU”
Şeytanın elinde bir makas vardı. En güzel çiçekleri kopardığı gibi en güzel fotoğrafları da keserdi. Beni, babamla olan fotoğrafımızdan kesip atmıştı, bir daha kimseyle bir fotoğrafta buluşamam sandım... Benim olduğum tüm fotoğrafların sol yanı hep boş kalacak sandım ama sonra... sana sarıldım.
Fotoğraf tamamlandı. Artık sol tarafımda sen varsın.
Elleri üzerimdeydi, üşümüştü, titriyordu... Bir dakikadan fazla süredir, durdurulamaz bir şekilde birbirimizle kucaklaşıyorduk. Çenem sol omzuna dayanmıştı, ona sarıldığımda gözlerimi yummuştum ve biliyordum ki vücudum ona yaslanırken varoluşunun en büyük sancısını çekiyordu. Tanrım... Bir mutluluk balonu bileklerimde... Beni yukarıya çektikçe ayaklarım yerden kesiliyor.
Hazer hiçbir boşluk bırakmıyorsun; nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama her yerime ulaşıp her yerime sarılıyorsun. Mesela az önce öyle bir yerden sarıldın ki yarama denk geldi, bilemedin.
Üstündeki gömleği buz gibiydi ama buna rağmen göğsünde beni kuvvetle kendine doğru çeken sıcaklık vardı. Yanağını saçlarıma yaslamıştı. Soğuk nefesi enseme temas ediyor, kalbim ortadan ikiye ayrılıyordu. Onu içimize alalım, sonra yeniden birleşiriz, diyordu.
Gözlerimi açamıyordum, ellerimi çekemiyordum ama buna bir son vermemiz gerektiğini fark etmiştim. Gözkapaklarımı araladığımda gördüğüm ilk şey merdiven oldu. Parmaklarım indiğinde elimin içine vücudundan ateş sıçradığını düşündüm ve bununla beraber çenemi omzundan kaldırdım. Bu ondan uzaklaşmak istediğimi belirtmek için yaptığım bir hareketti ve Hazer bunu anladığı an beni kendine kuvvetle çekerek, "Biraz daha," dedi, sesi zorlukla çıkmıştı sanki. "Beş saniye bile yeter...”
"On saniye olur mu?"
"Ben saymaya başlıyorum o zaman."
Birbirimize içtenlikle sarılırken, "Bir," diyerek saymaya başladı ama sanki saymasa da olurdu. Ben iki demesini beklerken o tekrar, "Bir," dedi ve o an dudaklarım biraz daha kıvrıldı. Belki de bu sayı on olmayacak, birde sabit kalacaktı. Hazer gülümsediğimi anlamış olmalı ki tekrardan, "Bir," dedi ve o an saniyeleri saymayacağını, beni on saniye içinde bırakmayacağını anladım.
Zaman birde sabit kaldı ve biz sarılmaya devam ettik.
Sonra o on saniye kaç saniye oldu bilmiyorum ama bir yerde ayrılmamız gerektiğini fark ederek ellerimi ceketinden çeken ilk ben oldum. Hazer bu sefer biraz daha, demedi. Ellerini sırtımdan uzaklaştırmaya başladı. Yüzlerimizi aynı anda birbirimizin omzundan kaldırdık ve göz göze geldik. “Beni vurup yerde bırakma,” diye bir şarkı sözü duymuştum, gözlerini görünce o düşüverdi aklıma. Beni öldürseler burada, tam gözlerinde bırakabilirler. Bakışları kış soğuğuna rağmen sıcacık parıltılarla doluydu ve gözlerinin tonu oldukça koyulaşmıştı. Kıkırdamak gibi bir yersizlik yaptım ve hemen sonra kızararak fısıldadım. "Sarıldık."
Hazer kafasını hızlıca salladı. "Sen koştun... Şuradan. Bana doğru."
Sonra bana gülümsedi.
"‘Koş, sarıl bana,’ der gibi baktın."
Hazer kafasını hızlı hızlı salladı. "Doğru, öyle baktım. Yaparım öyle şeyler... Yani sadece sana yaparım, başkasına hiç yapmam. O zaman hep öyle mi baksam acaba? İşe yarıyor sanki..."
Söylediklerine tebessüm ettim. "Sen öyle bakınca sarıldım ben de."
"Senin de gönlün vardı ama bence..."
Bakışlarımı kaçırdım, eninde sonunda bunun olacağı belliydi. Hayatımda ilk kez bir erkeğe sarılmıştım. Muhtemelen Hazer ilk kez bir kadına sarılmıyordur ama ben ilk kez birine sarılıp güvende, huzurlu hissetmiştim. Erkekler benim için o saksıdaki çiçeği yiyen böcekler olmuştu hep, içlerinden birinin iyi olabileceğini düşünmemiştim. Hep korkmuştum, kaçmıştım ama ilk kez sığınmıştım.
Başımı kaldırdım, gözlerimi omuzlarına çevirdim. Bu omuzlara tutunmuştum, başımı oraya yaslamış, kendime bir dayanak bulduğumu hissetmiştim. Uzandım, ne yaptığımı çok da farkında olmadan parmak uçlarımla ceketinin üzerinden omzuna dokundum. "Omuz çıkıntın," diye fısıldadım, orada ne kadar huzurlu olduğumu hatırlayarak.
"Ne dedin?"
Kızarmış yanaklarımla gülümsedim. "Omzuna kar düşmüş."
"Bu dağın üzerinde çok kar var. Demiştim sana."
"Ama o dağın üzerindeki karları erittiğimi de söyledin."
Gözleri, tüm o karların altında üşüyen bir çocuk gibi saf bir masumiyetle bana baktı. Yüzümü başka tarafa çevirerek gülümsediğimde Hazer de gerileyerek aramıza bir mesafe çizdi. İkimiz de birkaç dakika boyunca hiç konuşmadan, yalnızca etrafı izleyerek yaşadığımız anı sindirmeye çalıştık. Çok garipti belki ama sarılışı yarama denk gelse de canımı hiç acıtmamıştı.
"Üşüyeceksin," dedi sessizliğimizi çekingen şekilde bölerek. "Üstündeki çok... ince bir bluz var."
Ellerimi bir kez daha kollarıma sararak, "Üşümüyorum," dedim ve ekledim. "Evin sıcacık."
Çıplak dirseğimden tuttu. "Üşümeni istemem, rahatlığın benim için çok mühim."
"Gracias. Çok düşüncelisin."
"Bunu hak ediyorsun."
Kimse nezaketi hak ettiğimi düşünmemişti. Bu yüzden Hazer'in böyle bir şey söylemesi kalbimi ısıttı. Dirseğimdeki elini uzaklaştırdı ve derin bir nefes alarak merdivenleri inmeye başladı. Gazel'i koltukta görmüş olmalıydı, aslında onu misafir odasına çıkarmam daha etik olurdu. Gazel'den tarafa hiç bakmadan indi ve görüş açımdan çıktı. Birkaç saniye sonra elinde bir büyük valizle tekrar merdivenleri tırmandığında gücüne imrenerek onu izledim.
Peşine düştüm; odasına ilk kez beraber girecektik. Hazer'in ardından odaya girdiğimde karanlıktan ışığa geçtiğim için rahatladım ve kapının önünde durup onu izledim. Valizini sürükleyerek dolabın kenarına bıraktı. Saat kaçtı bilmiyordum ama gecenin ayazı cama çarpıyordu. Han doğruldu ve üzerindeki ceketi çıkarırken bakışlarını bana çevirdi. "İçeriye geçsene," diye fısıldadı.
İçeriye süzüldüğümde Hazer ceketini tamamen çıkardı ve yatağın köşesine bırakıp kravatına uzandı. Pencereye doğru yürüdüm ve perdeyi kaydırarak etrafa baktım. Tanrım! Daha şimdiden etrafı ince, beyaz bir kar tabakası kaplamıştı. Sokak lambası ve ayışığı sayesinde etrafı seçebiliyordum. Bu heyecanımı onunla da paylaşmak isteyerek, "Hazer, Hazer," dedim. "Sadece birkaç saat içinde şu olana bak. Seninle karda yürüyebilir miyiz?"
"Yürürken... elini de tutar mıyım?"
Tebessüm etmekten fazla bir şey yapmadım. Elime baktım, parmaklarım tombul olsa da onun elinin yanında küçük kalırdı. Kar tanelerinin düşüşünü izlerken derin bir iç çektim. Kar yağışını izlemek çok güzeldi ama karın üzerinize yağıp sizi donduracak kadar üşütmesi çok fenaydı. Birkaç kez başıma gelmişti ve o kadar çok üşümüştüm ki bir daha hiç ısınamayacağımı sanmıştım. "Kış güzeldi ama hep çok zordu biliyor musun Hazer? Ben küçükken de zordu, büyüdüğümde de zor oldu. Babam yoksul bir adamdı, beni ısıtmak için bazen kıyafetlerini bile yakardı. Annem hep şikâyet ederdi, Tanrı'ya isyan ederdi, babamın beni ısıtmak için verdiği çabaları komik bulurdu. Sonra ben büyüyünce... Gidecek yerim olmadığında her ne kadar sevsem de kışın gelmesini istemezdim. Çok üşüyordum Hazer, hiç ısınamam sanıyordum..."
Dudaklarımı birbirine bastırarak sustum ve onun nefes bile almadığını fark ettim. Gölgesi cama düşmüştü, birkaç adım arkamda durmuş, kaskatı bir yüzle bana bakıyordu. "Anlatmaya başladığında elimi kulaklarıma kapatmayı isteyeceğimi söylemiştin. Bana gerçekten böyle hissettirdin."
Titreyen dudaklarımla gülümsediğimde ellerimi soğuk camın üzerinden ayırdım ve ona döndüm. Aramızda iki kalp atışlık bir mesafe vardı ve Hazer'in gözleri yüreğine açılıyordu. Onun titreyen çenesine dokunmak istedim.
"Neden sen biliyor musun Hazer? Çünkü insanlar anlattıklarımı duymak istemediğinde susmamı söyledi. Sense sadece kulaklarını kapatmayı istedin; susmamı hiç istemedin."
Hazer utanmış göründü, buna rağmen bakışlarını hiç kaçırmadı. Cüreti ve cesareti tartışılamazdı ama bunlara rağmen utanabiliyordu. "Sesini duymayı seviyorum. Yanımdayken öyle konuşuyorsun ki... sanki bana şarkılar söylüyorsun."
Tanrım, yüzünü tutmak, ona gerçekten bir şarkı söylemek istedim.
Fakat bunun yerine bu gece bir daha gülümseyerek gözlerimi kırpıştırdım. "Ben sadece dans etmesini bilirim," diyerek parmak uçlarımda yükseldim ve rutin dans hareketlerimden birini yaparak onun yanına süzüldüm. Hazer'in dudakları aralandı ve ben eğilip reveransımı yaparken gözlerini yumdu. "Mila..."
Gözlerini açtığında ben de doğrulmuştum. Bakışlarımız kesiştiğinde yanlış bir hareket yapmamaya çalıştım. Ama Hazer öyle bir bakıyordu ki... Sanki hiç yanlışım olmazdı, sanki hiçbir yanlışımı umursamazdı. Parmak uçlarım acıdığında tabanlarıma bastım ve Hazer bana uzanıp yüzüme dokunuyormuş gibi yaptığında bu sefer ayakta kalabilmek için uzanıp gömleğinin uçlarına tutundum. "Daha önce kimse bana böyle güzel bir vaatte bulunmamıştı," dedi, ardından soluğu kesildi.
Parmaklarım gömleğinin uçlarına sıkıca tutunmuşken Hazer de içinde bulunduğumuz bu yoğunluğun farkındaymış gibi başını başka tarafa çevirerek beni özgür bıraktı. Dudaklarımı ıslatarak başımı önüme eğdim ve dağınık yatağa baktım. "Yorgun olmalısın. Seni daha fazla yormayayım, misafir odasına geçeyim..."
"Ama burada yatıyordun..."
"Sen geldin," dedim bunun yeterli bir açıklama olduğunu düşünerek
"Mutlu oldun mu?"
Bir an için göz göze geldik. "Efendim?" dedim anlayamadığım için.
"Ben gelince yani…" Eli yüzümün yakınındaydı ama bana dokunmuyordu. "Mutlu oldun mu?"
"Neden elini yüzüme koymuyorsun? Kızarım diye mi çekiniyorsun?"
Yanakları hafifçe kızarırken kafasını salladı. O an gülmek istedim ama alay ettiğimi düşünür diye sadece tebessüm ettim. "Kimse duygularımı korumak, onları incitmemek için uğraşmamıştı. Teşekkür ederim."
Hazer elini yüzüme koymadı, indirdi ve aramıza bir sınır çizmek için gerilediğinde ben de parmaklarımı onun gömleğinden ayırdım. "Demek herkes duygularını incitti... Bu gerçek bir gün beni korkunç birine dönüştürebilir, biliyor musun?"
Bir tepki vermemi beklemeden uzaklaştı ve arkasını dönerek yatağın ucuna ilerledi. Omuzlarım düşerken son cümlesini hiç duymamış olmayı diledim. Korkunç olan benim yaşadıklarımdı. Hazer elbette ki bir gün bunları öğrenecekti ama o gün metanetli olmazsa sağ çıkamazdı ve her nedense bunun onu mahvedeceğini düşünüyordum. Küçücük bir kızın yıllar boyunca tacize uğraması vicdanı olan herkesi kahrederdi ama Hazer'i farklı şekilde kahredecekti.
Hazer'in yatağın ucuna eğilip doğrulduğunu gördüm. Elinde saten pijamamla bana doğru yürürken kollarımdaki üşüme hissini fark ettim. Sanırım kendisi de üşümemden endişe etmişti. Yanıma geldiğinde elindeki beyaz pijama üstünü bana uzattı. "Bunu giy, dakikalardır kendine sarılıyorsun...”
Pijamayı alarak bakışlarımı kaçırdım ve kollarımdan geçirerek askılı badimin üzerine giyindim. İnci düğmelerini iliklemeye başladığımda, "Bencillik ettim," diye mırıldandı Hazer. "Geldim diye seni uyandırmam gerekmiyordu ama ne bileyim, eve girdiğim an merdivenleri çıktım, hesap kitap etmeden burada buldum kendimi..."
Böyle düşünmemeliydi çünkü onu görmeyi uykuya tercih ederdim. "Hazer, böyle düşünme. Hem sen beni uyandırmak için bir çaba sarfetmedin, saçlarıma dokunuyordun, öyle uyandım... İyi ki uyandım."
"Rüya sandın... Beni hiç rüyanda görmüş müydün?"
Ellerimi saten geceliğimin üzerinden çektim ve kızardığım için arkamı döndüm. Hazer peşime düştü. "Ne? Gördün mü?"
Koşarak misafir odasına yöneldim ancak Hazer de bir koca adımla bana yetişti. Hemen arkamda durduğunda kapıyı açıp odaya girmeye fırsatım olmamıştı. Tabanlarıma basarken birkaç derin nefes aldım ve o sessizliğini korurken vücudumun bir kısmını ona çevirdim. Karanlıkta olmamıza rağmen gözlerindeki ışığı görmek yüzümü alevler içinde bırakmaya yetmişti.
"Neden kaçıp gittin? Söylemeye mi utandın? Acaba... beni rüyanda mı gördün?"
Kafamı aşağı yukarı salladığımda Hazer'in yüzünden o kadar temiz, o kadar içten bir ifade akıp geçti ki içimin yıkandığını hissettim. "Belki sana anlatırım," diye fısıldadım yüzüne doğru. O hızlıca kafasını sallarken uzandım ve daha önce yaptığım gibi geniş omzuna dokundum. Hazer kafasını çevirip omzuna bakarken kapıyı açtığım gibi içeriye süzüldüm. Yüzüne hiç bakamadan kapıyı örttüğümde, "Mila, Mila, Mila," diye fısıldadı arkamdan. "Ah, Mila..."
✨
Ertesi sabah uyandığımda kendimi, kanatlarını tekrar takıp yarınlara uçan bir kelebek kadar mutlu hissettim.
Gördüğüm ilk şey, yanan oda lambası olmuştu. Misafir odasındaki yataktaydım. Bir süre yatakta kalıp tavanı izledikten sonra Hazer'i göreceğim için heyecanlandım ve doğruldum. Çantamın içinden kırmızı boğazlı kazağımı ve siyah pantolonumu alıp giyindim. Saçlarım nihayet kurumuştu, bir an onları bağlamayı düşündüm ama sonra Hazer uzanıp dokunmak isterse diye açık bıraktım.
Aklımdan geçenleri fark ettiğimde, “Tanrım neler düşünüyorum böyle...” diye mırıldandım kendi kendime.
Tarağıma uzanıp saçlarımı özenle taradım. Sevdiğim gibi yumuşacık olmuşlardı. İşim bittiğinde eşyalarımı toplayıp çantama yerleştirdim ve bir şarkı mırıldanarak parmak uçlarımda odadan çıktım. Bir an odasına bakmak, içeride olup olmadığını öğrenmek istedim ama bunun uygunsuz olacağını düşünerek merdivene yöneldim. Aşağıdan sesler geliyordu, Hazer uyanmış olabilirdi. Görüş alanıma Hazer’le Kerem girdi. İkisinin de sırtı bana dönüktü, pencerenin önünde konuşuyorlardı ve Hazer'in elinde bir kupa vardı. Gri boğazlı bir kazakla siyah kot pantolon giyinmişti. Saçları taranmamış, dağınık görünüyordu. İlgiyle onu izlerken Kerem'in hafifçe yükselen sesini duyarak kulak kabarttım. "Ama nasıl?" diyordu Kerem, sesinde hayret vardı. "Size ilacı Çin'e gitmeden önce almıştım Hazer Bey."
Ne ilacından bahsediyordu? Hazer'in herhangi bir ilaç kullanması beni huzursuz etmişti. “Bitti," diye cevap verdi Hazer, sesi düzdü. Elindeki kupadan yükselen dumanlar yüzünün önünde bir sis oluşturuyordu. "Dönüşte eczaneye uğrayıp al."
Kerem'in yüzünde, tıpkı kalbimdeki gibi bir huzursuzluğun olduğunu gördüm. Kararsız kalmış gibi birkaç saniye sustuktan sonra, "O kutunun içinde yirmi tane ilaç var Hazer Bey," dedi. Sesindeki endişe duygusu muydu? "Kısa sürede yirmi tane ilaç mı aldınız?"
"Sakinleşmeye ihtiyacım vardı," dedi Hazer, aynı sakin ses tonuyla. Sakinleşmek için ilaca ihtiyaç duyması bir an kalbimi paramparça etti.
"Azaltmıştınız," dedi Kerem. Bu kez sesi üzgün geliyordu. "O kadar almıyordunuz…”
Hazer bu sorulardan sıkılmış gibiydi çünkü başını ona çevirip uyarırcasına baktı. "Çünkü buradayken sakinleşme ihtiyacımı ilaçlarla karşılamama gerek kalmıyor," dedi.
Kerem başını sallarken bir an tebessüm etti ama bu tebessüm yüzündeki huzursuz ifadeyle derme çatma da olsa bir uyum yakalayamadan kayboldu. "Sizin için endişeleniyorum Hazer Bey."
Hazer onun eğik duran başına baktıktan sonra uzandı ve dostça bir tavırla omzunu sıktı. "Bana bir şey olmaz koçum."
"Hazer Bey, omzumu biraz fazla sıkıyorsunuz sanki..." derken Kerem'in omzu çökmeye başlamıştı.
"Uyarı olarak."
"Ben ne yaptım şimdi?"
"Kafamı ütülüyorsun," dedi Hazer ve elini gevşeterek Kerem'in omzunu serbest bıraktı. Bunu yaparken sırıttığını gördüm ve Kerem’le didişmenin onu eğlendirdiğini anladım.
"Safir Hanım konuşunca böyle demiyorsunuz ama..."
Kerem darılmış bir şekilde Hazer'e bakarak omzunu ovuştururken Fıstık'ın kafesin içinde uçuşarak bir şeyler dediğini duydum. “Pis Hazer, yemeğimi ver,” diye bağırıyordu ve sanırım bunu ona Kerem öğretmişti. Hazer'i bir kez ilaç alırken görmüştüm ama onun sakin olmak için sakinleştiricilere ihtiyaç duyması çok kötüydü.
"Safir Mila."
Basamaktan düşecekken kendimi son anda kontrol ederek bakışlarımı ona çevirdim. İkisi de bana bakıyordu. Tebessüm etmeye çalışarak bir basamak indiğimde Kerem, "Günaydın Safir Hanım. Bu ne güzellik?" diyerek beni selamladı ve nazikçe gülümsedi. Hazer yanaklarını şişirip ona bir bakış atarken, "Sana da günaydın Keremciğim," diyerek onu aynı içtenlikle selamladım. "Saçlarını kesmişsin, çok yakışmış."
"Leyla'm için," diyerek saçlarını düzeltirken Hazer'in bana yaklaştığını fark ettim. Birkaç koca adım atarak mesafemizi sıfırladı ve ortada buluştuğumuzda gözlerimiz bir okun süratle kalbe saplanması gibi birbirine saplanıp öylece kaldı. "Ben de saçlarımı biraz kısalttım," dedi Hazer. "Bana yakışmış mı?"
Dağınık duran, kısa telli saçlarına bakarak tebessüm ettim. "Sen saçlarını ve sakallarını hep kesiyorsun ki zaten. Ayrıca... yakışıyor da."
Hazer saçlarını parmaklarıyla arkaya doğru taradı. "Eyvallah... Yani teşekkür ederim, senin de saçların güzel görünüyor."
İçtenliği kalbime işledi, heyecanla konuştum. "Saçlarımı açık bıraktım. Bazen dokunuyorsun ya, yine dokunmak istersin diye..."
"Yaa..."
"Yaaa…"
Parmaklarını uzatıp saçlarımın uçlarına dokunduğunda o mutluluk balonu bileklerimi daha kuvvetli çekti ve beni gökyüzüne çıkarıp bulutlara komşu yaptı. Heyecanlı, titrek gülümsemem Hazer'in de tebessüm etmesini sağlarken bu mutluluk balonunun hiç patlamamasını ümit ederek ilerleyen dakikalar boyunca gözlerine baktım.
Birkaç dakika sonra bakışlarımız da yakınlaşmamız da son buldu. O an Gazel'in yokluğunu fark ettim ve arkadaşımı ihmal ettiğimi düşünerek vicdan azabına yakalandım. Hazer mutfağa giderken ben de pencereye yönelip bahçeye baktım fakat onu bulamadım. Gitmiş miydi? Benimle görüşmeliydi, üstelik onu Galip'in yanına göndermeyi istemiyordum. "Gitti," dediğini duydum Hazer'in. "O uyanana kadar inmeyecektim, onu rahatsız etmek istemiyordum ama Fıstık çok bağırınca indim. Karşılaştık. Kalkmıştı; montunu giymiş, telefonla konuşuyordu. Ona kalabileceğini söyledim ama çok utanmış görünüyordu, yüzüme bile bakamadı doğru düzgün. Mila, dün Asrın'ın mekânında ne oldu?"
Hazer’den utandığına göre dün gece yaşananları hatırlamış olabilirdi. "Asrın'ın mekânı mı?"
"Bir tanıdığın mekânıydı. Kerem dün orada olduğunuzu söyledi. Behram da oradaymış. Allah aşkına Mila, Behram'ı nasıl oraya çağırabilir?"
Utandığımı hissettim. "Biliyorum, Behram'a ayıp oldu ama... Gazel bunu bilinçli yapmadı, sarhoştu."
Hazer elindeki bıçağı tezgâhın üzerine sakince bırakarak delici gözlerle bana baktı. "Eğer o Galip denen adam Behram'ın kılına bile dokunursa dünyayı ona dar ederim."
İçimden bir ses bu işin hiç de iyi bitmeyeceğini söylüyordu.
"Aynı şekilde senin de huzurunu bozacak olursa..."
Mutfağa yaklaştım ama hiçbir şey diyemedim. Hazer'e hak vermiyor değildim, dostunu kollamakta son derece haklıydı. Gazel sözkonusu olduğunda ben de savunmacı biri olabiliyordum. Behram gerçeği öğrendiğinde nasıl tepki verirdi bilmiyordum ama Galip, Gazel’le Behram arasındaki duygusal yakınlaşmayı fark ettiğinde her ikisini de çok kırardı.
Masaya geçtiğimde bar taburelerinden birini çekip oturdum ve ellerimi kucağıma koyarken Hazer'in önüme bıraktığı tabağa baktım. Epey doluydu. "Gracias."
"Benimle daha sık İspanyolca konuş," diye fısıldadı ve masanın etrafından dolaşıp karşımdaki tabureye oturdu. Başımı salladım. "Hablaré."
"Ne dediğini anlamıyorum ama umurumda da değil. Sadece konuş."
Sesimi duyması yetiyordu, bu yüzden sesimin ona şarkı gibi geldiğini söylemişti. Yanaklarım kızarana dek onu izledim ve ardından önüme dönerek yemeğimi yedim.
Kahvaltımızı sessizlik içinde yaptık. Kerem'in nereye kaybolduğunu bilmiyordum ama karnının tok olduğunu umuyordum. Hazer tabağıma her şeyden koymuştu ama kendisi benim kadar iştahlı değildi. Önümde portakal suyuyla çay vardı, seçimi bana bırakmıştı. Kerem'e sürekli benim için bir şeyler aldırıyordu ve ben artık bunu sorgulamayı bırakmıştım.
Kahvaltıdan kalkan ilk ben oldum ve tabağımı kaldırarak lavabonun içine bıraktım. Hazer de kahvaltısını bitirmiş, gazeteden haberlere bakıyordu. Salona geçtim ve parmak uçlarımda dans ederek pencereden dışarıya baktım. Hazer bugün şirkete gitmeyecekti, günler sonra salonda dansımı izleyecekti. "Bugünün dansını sana armağan edebilir miyim?" diye sordum biraz utanarak.
Yüzüne bakamadığım için ifadesini görememiştim ama onu heyecanlandırdığımı hissettim ve bu beni mutlu etti. "Aniden böyle şeyler söyleme, çatalımı burnuma götürecektim az daha..."
Tabanlarıma basarken yeryüzüne düşen kar tanelerini izledim. Bu sırada masadan sesler geldi, sanırım kalkmış tabağını topluyordu. Kendi işini kendi yapıyordu ve bunu seviyordu. Bu da onu gözümde daha karizmatik bir adam yapıyordu.
Pencerenin önünden ayrıldığımda Hazer de mutfaktan çıkıp salona yürüdü ve her ikimiz de salonun ortasında durarak birbirimize baktık. Ne yapacağımızı bilmiyordum, şimdi ona ne demem gerektiğini de bilmiyordum. Mesela ona sarılmıştım, onun herkesten farklı olduğunu kabul etmiştim ama Hazer kimdi? Neyimdi? Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken gözlerim Hazer'in bileğine çarptı ve o an kalbime bir şey oldu. Kırıldı. Oysaki bu daha önce de olmuştu. Şimdi neden bu kadar acıttığını anlayamamıştım.
Bileklikler bileğinde değildi.
Sert bir yumruk yemişim gibi irkildim ve bakışlarımı aceleyle kaçırarak ellerime indirdim. Tamam, ömrü boyunca takacak değildi, istediği zaman takabilirdi ama çıkaracağını hiç düşünmemiştim. Önünde daha fazla durmadan yanından geçmek istedim ama bunu anlamış gibi, "Mila?" diye seslendi. "Yanımda dursana, biraz daha birbirimize bakalım..."
"Kursa gitmeyecek miyiz?" dedim durgun bir sesle. "Montumu alayım."
Yüzümü araştırır gözlerle izlerken kaşlarını çattı ve bir an gözüme huzursuz göründü. "Gideceğiz tabii ama... Neden tebessümün kayboldu?"
Hislerini dile getiren biriydim. Korktuğum şeyler sözkonusuysa belki susuyordum ama heyecanlandığımda veya kırıldığımda bunu belli ediyordum. Bu yüzden, "Duygularım çok hassas," diye itiraf ettim ve bakışlarımı bileğine çevirdim. "Bileklikleri takmadığını görünce gülümsemeye devam edemedim."
Hazer bir an yüzüme bakakaldı. Ben de duygularımı bu kadar açıkça söyleyebildiğim için utandım ama Hazer, "Hayır hayır," diyerek bu utancın önüne geçti. " Gece duşa girdim, gevşeyeyim diye. Bileklikleri çıkarmadan girince ıslandılar, ben de kurumaları için odaya bıraktım. Hatta çıkmadan önce onları alacaktım, isteyerek çıkarmadım..."
Söylediklerinden bir an bile şüphe etmeden kendime kızdım ve tepkim adına utanarak bakışlarımı kaçırdım. Neden konu o olduğunda duygularım daha hassastı? "Ne aptallık ama," dedim. "Çok saçma davrandım, kusura bakma."
Gözleri, düşmemek için ellerimle tutunduğum o uçurum taşlarını anımsatıyordu. Tek fark, onun ellerimi yaralamamasıydı. "Ben galiba hiç iyi değilim Safir çünkü... yaptığın hiçbir şey gözüme saçma ya da aptalca görünmüyor."
Hiç iyi olmayan sadece o değildi, ben de iyi hissetmiyordum. Ona baktığım her an başımın dönmesinin başka bir açıklaması olamazdı. "Ben de iyi değilim," dedim sessizce. "Başımı döndürü..."
Zil çaldı.
Aramıza katılan sesle cümlemin devamı dudaklarım arasında kaldı ve Hazer gözlerini yumarak homurdandı. "Sakin ol Hazer, sakin ol..."
İkinci kez çalan zille hareketlendi ve kapıyı açmak için yanımdan uzaklaştı. Sesler tanıdıktı, kime ait olduğunu çıkarmaya çalışırken bakış açıma Mustafa Kemal girdi. Ailesi mi gelmişti? Mustafa koşarak içeri girerken beni görünce durdu ve tedirgin bir halde etrafına baktı. Elimi kaldırarak ona selam verirken Bahar Hanım da Hazer’le içeri girdi ve beni gördüğünde yüzünü bir gülümseme kapladı. "Ah Hazer, müsait olmadığını söyleseydin girmezdim çocuğum..."
Kıkırdadı ve Hazer çaktırmadan annesine göz devirirken Bahar Hanım yanıma ilerledi. "Merhaba," dedim. "Hoş geldiniz."
"Hoş buldum güzel kızım."
Kollarını etrafıma dolayarak bana sarıldı. Sarılışı rahatsız edici değildi ama genelde insanlara sarılmadığım için şaşırıp kaldım. Bunu belli etmemek adına gevşek bir şekilde ellerimi Bahar Hanım'ın sırtına koyduğumda, "Bu ne zayıflık," dedi bir anne edasıyla. Annem zayıflığımın güzel bir şey olduğunu düşünürdü çünkü bedenimi erkeklere pazarlayacağıma inanırdı. "Biblo gibisin... Bak yine hayran kaldım güzelliğine." Kollarımdan tutarak yüzüme hayranlıkla baktı. "Oy maşallah benim kızıma. Görüyor musun Hazer? Yüzünde makyaj yok ama su gibi. Ne can yakıyordur şimdi senin bu güzelliğin..."
Hazer sertçe öksürdüğünde Bahar Hanım ona bir bakış atarak sustu ve kollarımı bırakarak benden uzaklaştı. "Güzel olan sizsiniz," dediğimde aynı içtenlikle gülümsedi.
"Seni oğluma ala..."
"Anne..." Mustafa Kemal annesinin eteğine yapıştığında Bahar Hanım ona baktı. "Bana mı alacaksın?"
Hazer olduğu yerde durmaya son vererek yanımıza ilerledi ve tek dizinin üzerine çökerek Mustafa'yı yakaladı. "Mustafa, sen Safir’le tanışmıştın değil mi?"
Mustafa Kemal utanarak bana baktı. "Safir, güzel Safir..."
Bahar Hanım su içeceğinden bahsederek mutfağın yolunu tuttu. Hazer’le Mustafa’nın yanına ilerledim, durduğumda tam Hazer'in çenesinin altına denk gelmiştim. Omzundaki Mustafa'ya bakarken, "Güzel Mustafa," dedim ve ürkütmemek için yavaşça yumuşak yüzüne dokundum. Bu dokunuşum Mustafa'yı hem utandırıp hem de mutlu ettiğinde masumiyeti karşısında gözlerimin sızladığını hissettim. Leo ve onda o derin masumiyeti görüyordum. Bu sanki içimi yakıyordu. Bahar Hanım su içerken Hazer'i özlediği için geldiğinden bahsediyordu. Bunu duyunca bakışlarımı Hazer'e çevirdim. İlgiyle bir Mustafa’ya bir bana bakıyordu. Mustafa'ya yaptığım gibi elimi uzatıp onun da yanağına dokundum ve gözlerine uzun uzun bakarken fısıldadım: "Güzel Hazer."
✨
İnsanlar bana, paramparça ettikleri o duygularımı borçluydu ve dans olmasa ne yapardım bilmiyordum. Bu yüzden dans iyi ki vardı. Sanki Tanrı, çektiğim acıları teselli edebilmem, kendimi kurtarmam için bana bu yeteneği armağan etmiş, dans ederek kendimi bulmama yardım etmişti.
Vücudumun üst kısmını yan tarafa yatırdım ve bu sırada kollarımın da vücuduma eşlik etmesini sağladım. Uzun süredir aralıksızca dans ediyor, ezberimde olan koreografiyi baştan sona üçüncü kez tekrar ediyordum. Tam burası dansımın hızlanmaya başladığı yerdi; ben de öyle yaptım. Bir ayağımı kaldırarak diğer bacağımın arkasına yasladım ve aynı ayağımın parmak uçlarında yükselerek tam bir dönüş yaptım. Dağınık saçlarım süratli dönüşümle havada süzülüp suratıma çarptı ve şakağımdaki ter tanesi yanağımdan indi. Bir an kalp ritmimi kenara bıraktım, müziğin ritmine kulak kabarttım ve yetişmek için biraz hızlandım. Kusurum buydu; müzikle denk dans edemiyordum ama müzikalde dans edebilmem gerekecekti. Bu kabahatimden utanarak kızardım ve dönüşümü tamamlayarak ayağımı yere bastığımda kollarımı başımın üzerine kaldırdım.
"Yine aynı şey Mila, yine müziğe yetişemedin."
Gözlerimi açtım ve olduğunu düşündüğüm yere bakarak kendisiyle göz göze geldim. Ellerini beline koymuş, durum kritiği yaptığını belirten bakışlarıyla beni süzüyordu. "Ya müziğin önüne geçiyorsun ya da ona geç kalıyorsun Safir. Tamam, gerçekten büyülü dans ediyorsun ama bu sorunu hâlâ aşamadık. Kendini tamamen dansa bırakman harika ama biraz uyanık kalmalısın. O müzikalde jüri senin kafanın içindeki müzikle ilgilenmeyecek, kendi duydukları müzikle uyumlu olduğunu görmek isteyecekler."
Üzgün hissettim çünkü profesyonel bakış açısıyla Meliha Hanım haklıydı. "Olmuyor," dedim. "Dans ederken kendimi tamamen bırakmamak diye bir şey olmuyor. Müziği duymuyorum, hatta müzik beni rahatsız ediyor."
Hazer'in olduğu yere bakmamak için tüm irademle savaştım. Buradaydı, ceketini çıkarmış, koltukta oturuyordu. Dans ettiğim süre boyunca beni izlemişti. Bazen göz göze geldiğimizde hareketimi karıştırmıştım ve Hazer buna gülümsemişti. O da hareketlerimi artık ezbere biliyordu, bu yüzden anlamış ve bir daha bana bakmamıştı.
Meliha Hanım, "Koreografi ve müzik belli," dedi yeniden; sesinde disipline etme isteği vardı. "Bunların dışına çıkamayız. Herkes aynı müzikle dans edecek. Hazer, sen de bir şey desene..." Hazer'e döndüğünde benim de yapacak başka şeyim kalmadı ve bakışlarım omzumun üzerinden ona çevrildi. "Haksız mıyım?"
Saçlarımı başımın tepesinde tutarken, "Terledin," dedi Hazer. "Gel de yüzünü sil."
"Hey Allah'ım!" Meliha Hanım başını ellerinin arasına alarak sabır çektikten sonra salonun çıkışına ilerledi. "Ben ne diyorum, bunlar ne diyor!"
Bakışlarımı kapıdan çekip tekrar Hazer'e çevirdiğimde beraber yaramazlık yapmışız gibi göz kırptı.
Yanına vardığımda elindeki küçük el havlusunu bana uzattı. "Müzikalde birinci olamazsan hayal kırıklığına mı uğrarsın?"
Elbette hayal kırıklığına uğrardım, dans konusunda zirveyi hedeflemiştim hep. Başımı sallarken, "Ya sen?" diye sordum. "Seni hayal kırıklığına uğratır mıyım?"
"Hayır," dedi hiç düşünmeden. Elimdeki havluyu alıp silmediğim gerdanıma bastırdı. “Birinci olacaksın," dedi her harfin üzerine basarak. "Ve ben karşında durup seni alkışlayacağım. Hatta en çok ben alkışlayacağım."
O birinciliği aldığımda ben de sadece onun alkışını duyacağım.
"Teşekkür ederim."
Geriledi. "Üşüyeceksin, üstünü giy."
Kafamı salladım ve bakışlarımı çekerek elimi başımdan indirdim. Saçlarım tekrar sırtıma dökülerek beni rahatsız etmişti ama yapacak bir şey yoktu, lastik getirmemiştim. Havluyla boynumu ve ensemi silerken dans ettiğim sahneye bakıyordum.
"Bunu al."
Başımı ona çevirince bir lastik uzattığını gördüm. Bana bakmıyordu ve garip bir şekilde rahatsız görünüyordu. Lastiğe dikkatli baktığımda bunun kaybettiğim lastiğim olduğunu fark ederek şaşkınlığa uğradım. "Hazer..."
"Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum."
Gözlerimi kırpıştırdım. "Lastiğim sende miydi?"
"Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum."
"Lastiğimi almıştın."
"Evet."
"Peki ama..."
"Herhangi bir şeyinin... bende bulunmasını istemiştim."
Soluğum kesilirken lastiği elinden aldım. "Bu çok hoş ama... isteseydin de verirdim ki."
"İsteyemezdim. Ben de bazı şeylerden utanıyorum Safir."
Yeniden gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım ve yanaklarının sahiden hafifçe kızardığını gördüm. "Yanında taşıyormuşsun."
"Bu konu hakkında da konuşmak istemiyorum."
Başımı salladım, üzerine gidecek değildim. Kısa sürede odaya geçip kabine girdim ve saçlarımı tepemde sıkı bir şekilde bağladım. Her danstan sonra duş almaya ihtiyaç duyuyordum ama böyle bir yerde duş alamazdım. Bu yüzden terli olan kıyafetlerimden kurtulup temiz çamaşırlarımı, kırmızı kazağımı ve siyah pantolonumu giyindim. Hazer çıkmış olabilirdi, genelde mahremiyetime önem verdiği için soyunduğumda salondan ayrılıyordu. Artık nelerden rahatsız olup olmadığımı biliyor, hatta rahatsız olduğum şeyleri kafasının içinde sorguluyordu.
Bazen beni uzun uzun izliyordu; işte o zamanlarda bu ümitsizliğimi, insanlarla olan iletişimimi gözlemlediğini fark ediyordum.
Bu karanlık düşüncelerle soyunma odasından çıktığımda tahmin ettiğim gibi Hazer'in salondan ayrıldığını fark ettim. İncelikleri beni çok etkiliyordu. Koltuğun üzerinden eşyalarımı alarak giyindim. Kar yağışı devam ediyordu ama henüz keyfini çıkaramamıştım. Koridora çıkıp ellerimi ceplerime yerleştirdim ve çoğu zaman yaptığım gibi süzülerek parmak uçlarımda yürümeye başladım. Merdivenleri heyecanla inip biraz yürüdükten sonra dış kapıya vardım ve kurs kapısını açtığım an, havada süzülen kar tanelerinin yüzüme konduğunu hissettim. Yüzümden huzurlu bir gülümseme akarken bakışlarım dışarıya yöneldi ve o esnada tanıdık bir yüzle çakıştı. Leyla Köksal az ilerimde durmuş, bana bakıyordu.
Tabii Kerem de arkasında duruyor, hayran hayran ona bakıyordu.
Onun burada olduğuna inanamayarak geçirdiğim birkaç saniyeden sonra kapıdan çıktım ve ona yürüdüm. Kırmızı bir kabanın giymişti. Saçları kabanının üzerine dökülmüştü. Tatlı yüzünde bir gülümseme açmıştı, bana bakıyordu. Bir an onun omzunun üzerinden arkaya baktım ama Hazer'i göremedim. Arabaya geçtiğini düşündüm.
"Merhaba Leyla," dedim nazikçe. "Bana sürpriz mi yaptın?"
Leyla tebessüm etti ve sarılmak için kollarını uzattı. Bir anlık tereddütten sonra sarılmasına müsaade ettim ve ben de kollarımı ona doladım. "Keşke Kerem seni arabaya davet etseydi de içeride bekleseydin," dedim ayrıldığımızda. "Çok üşümüşsün. Neden bana bir mesaj atmadın? Acele ederdim."
"Beni arabaya davet etme nezaketi gösterdiler ama ben girmedim canım." Dirseklerimi bırakarak bir adım kadar uzaklaştı ve bakışları çevreyi turladıktan sonra yüzüme döndü. "Sana söylemek istediğim birkaç şey var."
Tahmin etmiştim çünkü duyguları gözlerinden okunuyordu. "Dinliyorum," diyerek teşvik ettim.
"Biliyorsun, Müjgan benim kuzenim." Ellerini ovuşturdu, güzel, deri eldivenleri vardı. "O seçmelerden beri sana diş bilemiş durumda. Tabii sen bunun bilincindesin ama... bu sıralar davranışları beni biraz ürkütüyor. Sana takmış vaziyette. İlk başlarda bunun geçeceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı. Buraya da kendine dikkat etmeni söylemek için geldim."
"Müjgan'ın kaybetmeye tahammülü olmayan biri olduğunu anlamıştım ama bana ne yapabilir ki Leyla?"
"Bilmiyorum," dedi, kahverengi gözleri düşünceliydi. "Acaba ben mi abartıyor, günahına giriyorum diye düşündüm ama kuzenimi tanıyorum. İnsanların arkasından bile değil, direkt önlerinden kuyularını kazar. Bu aralar bir şeylerle uğraşıyor, benim de aklıma sen geldin."
Huzursuzca, "İstediği her şeye zaten sahip," dedim. "Ne istiyor sadece istediği bir şeye sahip olabilmiş birinden?"
Konuşmadan önce bana baktı; üzüldüğü belli oluyordu. "Her şeyi istiyor, alamadığında da kötüleşiyor."
"O zaman ona söyle, benim olanları onunla paylaşmayacağım."
Bana gücenmesin diye ona yumuşak bakışlarla bakarak yanından geçtiğimde Leyla da hareket etti. “İkiniz arasında savaş çıkarsa senin yanında olurum."
"Teşekkür ederim Leyla ama zaten bana bu savaşta siper olan biri var."
İçtenliğine aynı şekilde karşılık vermek için eline dokundum ve uzaklaşarak onu Kerem’le bıraktım. Yerler karla kaplıydı ve sanırım ben daha arabaya varamadan Hazer'in kapıya açıp dışarıya çıkmasının sebebi de buydu. Düşersem beni tutacaktı ama düşmedim. Koltuğa yerleştiğimde Hazer, Kerem'in Leyla'ya yaptığı kurları görerek homurdandı ve hemen sonra koltuğa oturarak kapıyı kapattı. Üzülmüştüm. Gerçekten bu dünyaya sadece ben mi fazla geliyordum?
"Dudaklar bükülmüş..."
Kirpiklerimin altından baktığımda Hazer’in ilgiyle beni izlediğini gördüm. "Leyla seni bu kadar etkileyecek ne demiş olabilir ki?"
"Leyla, Müjgan'ın kuzeni."
"Müjgan?" dedi sorarcasına. O an Müjgan'ı hatırlamadığını anladım ve her nedense bu beni memnun etti. Bir kadının aklında kalmasını istemezdim.
"Seçmelere katılan, seninle görüşmek isteyen balerin."
Neden bahsettiğimi anlayıp gözlerini kırpıştırdığında daha fazlasını duymak istediğini gördüm. "Müjgan... o seçmeyi kazanmayı hak etmediğime inanıyor, hâlâ işin peşini bırakmadı. Birkaç kez beni sözlü ta... taciz etti, bu işin peşini bırakmayacağını söyleyip durdu. Leyla da bu yüzden gelmiş, Müjgan konusunda beni uyarmak istemiş."
Tüm bunlar kafasını karıştırmış gibiydi, her şeyi yerine oturtmaya çalışıyordu. "İyi de Leyla da onun kuzeni sonuçta. Beraber iş çevirmedikleri ne malum?"
"Leyla iyi biri," dedim. "Kuzeninin hakkımdaki düşüncelerine katılmıyor."
Hazer söylediklerime itimat ediyor olmalı ki kafasını salladı. "Seni seçen benim, suçun ne ki seni taciz ediyor?"
"Bu onun umurunda değil, kendisi de muhtemelen ondan daha iyi dans ettiğimi biliyor ve zaten kaldıramadığı bu. O gün benimle dalga geçmişti, kendisine rakip bile olamayacağımı söylemişti ve oraya çıkıp kazandığımda buna inanamadı. Oysa en iyi eğitimi alıp birçok müzikale katılabilir. Sadece benim sahip olduğum şeyi istiyor."
Duyduklarından hoşnut olmamıştı. "Nasıl bir kız bu?"
"Neden soruyorsun?"
"Etrafımızda görürsem tanıyayım diye Safir."
Başka ne için soracaktı ki? Neden böyle bir tepki vermiştim? "Uzun boylu, siyah saçlı, koyu gözlü bir kız. Zaten belki görsen tanırsın çünkü onu dans ederken izlemiştin."
"O güne dair aklımda kalan tek şey sensin."
Parmaklarımı birbirine geçirerek yutkundum ve yüzümdeki kızarıklığı fark etmemesini ümit ederek sessiz kaldım. Dudağımı ağzımın içine alarak yanağımı cama yasladım ve dışarıya baktım. Kerem ve Leyla karşılıklı konuşuyordu, ikisinin de elinde telefon vardı. Sanırım Kerem sonunda Leyla'nın numarasını almayı başarmıştı, çünkü oldukça sevinçli mutlu görünüyordu.
"Adama bak, kızın ağzının içine düşecek..."
Kerem gerçekten Leyla'ya bakarken kendinden geçmiş görünüyordu, öyle ki Leyla elini sallayarak ona veda ettiğinde bile ağzı açık halde onu izlemeye devam etti. Hazer'in sabrı bu dakikada tükendi, cama sertçe tıklattığında Kerem irkilerek arabaya döndü ve kocaman sırıtarak yürümeye başladı. Ara ara dönüp Leyla'ya bakarak yürüdüğü için kaygan zemine dikkat edemeyen Kerem bir an sonra kalçasının üzerine düştüğünde Hazer başını arkaya atarak gülmeye başladı.
"Hazer, ayıp... Gülme..."
Ona azar dolu bakışlar attım ama bunu umursamadı ve Kerem arabaya gelip koltuğa yerleşene kadar gülmeyi sürdürdü.
Kerem koltuğa oturunca dikiz aynasından Hazer'e baktı. "Ben bir şey demiyorum Hazer Bey, umarım kayıp düşmezsiniz... Ben nasıl gülerim var ya, öyle böyle gülmem yani..."
Hazer kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. "Ben düşmem."
O an aklıma merdivenlerden düştüğü an geldi ve bakışlarım elimde olmadan Hazer'in yüzüne kaydı. O da aynı şeyi düşünüyor olmalıydı ki rahatsız biçimde kıpırdandı.
Bazen çocuk gibi,
Bazen yaşından bile büyük;
Her yaştan bir adamdı sanki.
Kemikli çenesinin biraz üstündeki dudaklarına baktım. Altdudağı üstdudağından biraz daha kalındı ve üst dudaklarının ortası kalp şeklindeydi. Yüzü solgun olduğu için mi bilmiyordum ama dudakları koyu bir kırmızıydı; çok belirgindi, göze çarpıyordu. Ağzımın kuruduğunu hissettim, dilimin ucuyla dudaklarımı yaladım ve bakışlarımı o noktadan kopararak önüme çevirdim.
Yol boyunca hiç konuşmadık. Yalnızca sahafa geçmeden önce evime uğramak istediğimi söylemiştim ve Kerem arabayı oraya sürmüştü. Çiçeğimi sulamam gerekiyordu; zaten artık evime dönmemin vakti de gelmişti. Nazım Bey'in verdiği çiçek evimdeydi, bir çiçeği öldürmeyi istemediğim için onu sulayacak, sahafa öyle geçecektim.
Araba durduğunda bakışlarımız birbirini buldu. "Burada beklemek yerine... seninle içeriye geleyim mi?"
Başımı salladım. "Gel tabii."
Dışarıya çıktığımda Hazer de vakit kaybetmeden indi ve arabanın etrafını dolaşarak yanıma geldi. Kaymamaya dikkat ederek yürüdüm ve Hazer uzanıp bahçe kapısını açtığında beraber girdik.
Evimin etrafındaki tüm ağaçlar beyaza bürünmüştü. Hayranlık vericiydi. Yerler de aynı şekilde bembeyazdı. Çenemi montumun içine sokarak bahçe boyu ilerlerken bakışlarım evimin çatısından sarkan buz kristallerine değdi. Evim. Bir evim vardı. Benimdi.
Mutlulukla gülümseyerek kar kristallerini izlerken attığım bir adım buz parçasına denk geldi. Ayağım ansızın kaydı ve vücudum yalpaladığında belimi bir el kavradı. Hazer beni tutup sertçe kendine çektiğinde dudaklarım arasından bir çığlık koptu. Ayaklarım kaymış olsa da o beni tuttuğu için düşmedim ve bir kolum düşme endişesiyle onun boynuna dolandığında yüzlerimiz arasında hesaplayamadığımız bir yakınlık oluştu. Üst bedenlerimiz birbirine sertçe yapışmıştı ve parmaklarım ensesine o kadar sıkı dolanmıştı ki dışarıdan bakan onu kendime çektiğimi sanabilirdi. Tanrım! Hazer bana sarılırken yaptığı gibi, montumu yumruğunun içine aldı ve bakışlarını gözlerimden çekerek yüzümün aşağısına indirdi. Ben de onunla hareket ediyormuş gibi bakışlarımı yüzünün aşağısına, dudaklarına indirdim ve ensesine daha sıkı yapışarak dudaklarının aralanışını izledim. Dudaklarını araladığı yerden sızan nefes havada süzülerek benim dudaklarıma çarptı ve bununla beraber Hazer dişlerini sıkarak uzandı, başparmağını dudağımın üstüne yasladı. Gözlerim titreyerek kapandı ve mutluluk balonu beni bulutlara çıkarana kadar Hazer dudağımın üstünü okşadı.
Nasıl uzaklaştık bilmiyorum ama temasımız sonlandığında kendimi eve attım ve içeriye girdiğimde Hazer'in peşimden gelmediğini fark ettim. İçeriye girerken onun duvara yaslandığını görmüştüm. Kapıyı, girmesi için aralık bırakarak koridorda ilerledim ve salona vardığımda kendimi en yakınımdaki duvara yaslayarak ellerimi yüzüme kapattım. Dudağıma dokunmuştu, parmak uçlarıyla, yumuşakça... Bu sarılmanın, el ele temasın dışında bir şeydi; sanki kalbime dokunuşunun bir başa şekliydi.
Bir süre orada durduktan sonra kendimi gerçekten mutlu hissettim ve koşarak mutfağa gittim. Geçen gün yaptığım alışverişte mutfak için ucuz tabak, kaşık, çatal ve benzeri şeyler almıştım. Bir su bardağına su doldurarak salona döndüm ve pencerenin önüne gidip çiçeği sulamaya başladım. Bu çiçeğe isteyerek sahip olmamıştım ama bu onu öldüreceğim anlamına gelmezdi. Güzel bir çiçekti, yaprakları narin ve inceydi. Suladıktan sonra özenle yapraklarındaki tozu silerken adım seslerini duydum ve Hazer'in içeriye girdiğini anladım. İkimiz de birbirimize uzun süre bakmaya çekinerek bakışlarımızı aynı anda kaçırdık ve Hazer'in bakışları temizlediğim saksıya düştü. "Sana bu çiçeği alan... çiçekleri dalında sevdiğini bilen biri galiba?"
Neden bilmiyorum ama Nazım konusunu Hazer’le konuşmak beni geriyordu. Nazım gibi Hazer de çiçekleri dalında sevdiğimi biliyordu. "Hımm," diyerek kısaca cevap verdiğimde Hazer çok sert bir nefes aldı. "Genelde bir kadına bir erkek çiçek verir…" dedi sorarcasına.
Tekrardan, "Hımm," gibisinden bir ses çıkardığımda, "Neden başka bir erkeğin çiçeğini kabul ediyorsun ki o zaman?" diye sordu. Sesi üzgünmüş gibi geldi.
Kendimi açıklama ihtiyacı hissederek, "Çiçeklerin öylece ölmesine göz yumamazdım," dedim. "Aksini düşünme lütfen."
"Kendin demiştin," dedi Hazer ansızın. Kaşlarının arasında bir çukur oluşmuştu. "Kerem'e demiştin. Leyla'ya bir çiçek al, gözünün önünde büyüdükçe seni hatırlar demiştin. Şimdi ya bu çiçek de gözünün önünde büyürken..." Bakışlarını gözlerime dikti. "...sana onu hatırlatırsa?"
"Hazer," diye fısıldadım, onu bu düşüncenin içinden çekip almayı isteyerek. "Benim bildiğim bu; sadece Hazer. Başka hiç kimse değil..."
Hazer'in gözlerindeki zamansız duygu beni yutmaya başladı. "Zaten başkasına müsaade etmem, edemem... Daha benim bile değil..."
Elimdeki bezi kenara bıraktım ve gülümseyerek yanına ilerledim. Nazım Bey benden hoşlandığını söylemişti ama benim kendisine karşı saygıdan başka beslediğim bir duygu yoktu, olamazdı da. Hazer'i rahatsız ettiğinin farkındaydım ama onun rahatsız ya da huzursuz olmasını hiç istemezdim. Ona da dediğim gibi sadece Hazer vardı. Yanına vardığımda durup ona baktım. "Senin bana verdiğin hediyeleri daha çok seviyorum," diye fısıldadım, göz temasımızı koruyarak. "Pointlerimi mesela..."
"Daha sana neler alacağım neler..." diyerek uzandı ve omzuma düşmüş saçlarımı nazikçe arkaya itti.
Bana bakarken gözlerinin ışıl ışıl olduğunu gördüğüm tek insan Hazer'di.
Biraz sonra evden ayrıldık ve kısa sürede arabaya yerleştik. Kerem radyodan bir arabesk şarkı açmıştı ve dertli dertli onu söylüyordu. Üşüyen ellerimi ısıtmaya çalışırken araba hareketlenmişti. Hazer'in dokunduğu saçlarımı parmağımın etrafına dolarken onun bakışlarına karşılık vermemek için camdan dışarıya baktım.
Araba sahafın önüne yaklaşarak durduğunda vedalaşmak üzere Hazer'e döndüm. O da bana bakıyordu. "Sana bir şey soracaktım," dedi Hazer, koltukta biraz daha bana yaklaşarak. Elleri dizlerinin üzerindeydi ve tereddütlü görünüyordu. "Bir türlü fırsatını bulamadım. Şimdi sorabilir miyim?"
"Tabii, sorabilirsin.”
"Kerem bana bir şeyden bahsetti. Dün akşam... yol üzerinde arabadan inip bir kadına saldırmışsın."
"Saldırmak deme... Ben o kadını tanıyordum..." Nasıl toparlayacağımı bilemeyerek parmaklarımı sıktım. İnsan bir onu öldürenin yüzünü unutamazdı, bir de onu yaşatanın. "İyi bir tanışıklığımız yok. Gördüğümde inmek, yüz yüze gelmek istedim. O kadar çok yüzü var ki hangisiyle yüzleştiğimi bile bilemedim."
Hazer gözlerini yumdu, açtığında bakışlarında harareti gördüm. Benim gibi o da parmaklarını gergince birbirine kenetledi. "Nereden tanıyorsun?"
"Yetimhane müdürüydü."
Duygularını yüzünden okuyabiliyordum. "Sana iyi davranmıyor muydu?"
Üstümdeki montun yakasını çekiştirerek nefes almak için kendine alan açtığımda Hazer hareketlerimi izledi. "Bir kadının bir başka kadına yapabileceği en kötü şeyi yaptı... Tabii ben o zaman küçük bir kızdım."
Hazer'in bakışları sertleşti ama bu, sert olmasına rağmen beni kırmayan tek şeydi. "Bu ne demek? Nedir ki bir kadının bir küçük kıza yapabileceği en büyük kötülük?" Huzursuzdu. "Düşünüyorum, düşünüyorum ama..."
"Düşünme," dedim yumuşak bir sesle. "Kalbin kırılır."
Ona tebessüm ettim ve arabadan inmek için kapıyı araladım. Ani bir rüzgâr yüzüme çarparak beni üşüttü. Hazer de hemen inip arabanın etrafını dolaşarak yanımda bitti. "Yerler kaygan," diye açıklama yaptı. "Benden destek al, düşme."
Elimi bileğinin biraz üstüne koydum ve destek alarak yürümeye başladım. Kerem arabanın içinden Hazer'e kıs kıs gülüyordu. “Akşam…" dedi, tereddütlüydü. "Benim yanıma geleceksin değil mi? Hatta Kerem'i gönderirim, seni alır."
Onun evinde daha fazla kalmamın bir gerekçesi yoktu ama bunu ona nasıl açıklayacağımı bilemiyordum. "Evime dönmem daha uygun olmaz mı?"
"Uygunsuz olacak ne var ki? Yani daha uygunsuz kısmına geçmedik..."
Gözlerimi kırpıştırdım. "Bir şey mi ima ettin?”
"Mila," dedi derin bir içe çekişin ardından. Sonra yüzünü hafifçe yüzüme yaklaştırdı, burnuma düştüğünü hissettiğim kar tanesine nefesini üfledi ve eritti. "Bak, bu karı da erittin."
Bu dağın üzerindeki tüm karı eritiyorsun Gece Yarısı Güneşi.
"Kerem'in almasına lüzum yok," dedim yumuşakça. "Ben gelirim." Arkamı dönmeden önce ekledim. "Hoşça kal."
"Nasıl hoşum şu an bir bilsen..."
İçeriye girdiğimde zil sesi etrafta çınladı ve bakışlar bana döndü. Çabucak dolaba yaklaşıp montumla çantamı koydum ve çalışma arkadaşlarımı gördüğümde selam verdim. Etrafı toplayarak başlayacaktım. Tabii Hazer'i düşünmeyi bırakabilirsem...
İşe başladım ve uzun süre boyunca müşterilerin dağıttığı kitapları raflara yerleştirdim. Gözümün önünde sürekli Hazer'in yüzü vardı ve işimi yaparken dalıp gidiyordum. Buna bir son vermem gerektiğini fark ettikten sonra üst kata çıktım ve masanın üzerindeki kitapları topladım.
Mesaim bittiğinde tekrar alt kata indim ve çalışma arkadaşlarımın gülüşerek dışarıya çıktığını gördüm. Portmantoya yaklaştım ve montumla çantamı aldım. Montumun fermuarını çekerek saçlarımı sırtıma doğru attığımda Hazer'e ait olan atkıya uzandım ve boynumun etrafına doladım. Artık atkı tamamen Hazer kokmuyordu, kadın kokusuyla karışık erkek kokusu vardı. Benimle Hazer’in kokusu.
Çantamı omzuma asarken patronuma baktım ve kasayı kapattığını gördüm. Bakışlarımı fark edince bana gülümsedi. "İyi sarın, hava buz gibi."
"Evet, çok soğuk," diye karşılık verdim. "Siz de dikkat edin."
"Ederim kızcağızım." Kasanın arkasından çıkarak, "Bu arada," dedi elindeki beyaz bir zarfı kasanın üzerine bıraktı. "İlk aylığın."
İlk kez tam bir maaş alacaktım, demek ki burada çalışmaya başlayalı bir aydan fazla olmuştu. Zaman sahiden çok çabuk geçiyordu, keşke dedikleri gibi yaraları üfleyip geçseydi. "Teşekkür ederim."
"Güle güle harca."
Zarfı çantama koyduktan sonra vedalaştım ve çıkışa yöneldim. Kaymamak için dikkatli yürümeye, yerden kar toplamaya başladım. Karşıya geçmek için durduğumda sokağı kontrol ettim ve bu sırada bana doğru ilerleyen arabayı gördüm. Hazer'in arabasıydı. Doğru görüp görmediğime emin olmak isteyerek gözlerimi kırpıştırırken şoför koltuğunun camı indi ve Kerem'in kafası göründü. "Atlayın Safir Hanım, sizi almaya geldim; kralımız böyle buyurdu."
Ona kendimin geleceğini söylemiştim, bu konuda anlaştığımızı sanıyordum. Kerem'e gülümseyerek arabaya yaklaştım ve arka koltuğa yerleşirken sıcaklığı kucakladım. Kerem hiç oyalanmadan arabayı çalıştırdı ve yol boyunca açtığı arabesk bir şarkıyı dinledi. Epey dertli görünüyordu; Leyla'nın mesajına dönmemesiyle ilgili bir şeyler söylemiş, ağıt yakmaya başlamıştı. Gülmekle haline üzülmek arasında kalmıştım ama yol bitene kadar onu telkin ettim.
Araba Hazer'in evinin önünde durduğunda heyecanla dışarıya fırladım ve saçlarımı düzelterek bahçe kapısından geçtim. Kerem arkamdan söyleniyordu. "Ah Leyla ah Leyla, açaydım kollarımı, koşaydın bana böyle..."
Üzerimdeki karları silkeleyerek kapıya vurmak için elimi kaldırdığım sırada gözüme yerdeki kar birikintisi çarptı. Demek despotluk öyle mi? Eğildim ve birikinti halinde duran karların bir kısmını avuçlayarak doğruldum. Çok soğuktu, ellerimi buz kesmişti ama yine de yapacağım şeye değerdi. Altdudağımı ısırarak omzumu silktim ve gülümseyerek diğer elimle kapıya vurdum. Parmaklarım kapının yüzeyinden iner inmez kapı gürültülü bir sesle aralandı ve aydınlık yüzüme çöktü. Bakışlarım gözleriyle buluştuğunda kalbim ortadan ikiye ayrıldı ve onu içeriye hapsetti. Hazer nefesini tutmuş bana bakarken şu an yapamazsam başka bir an yapamayacağımı bilerek elimi kaldırdım ve avucumdaki karları suratına fırlattım.
"O neydi la!"
Kar taneleri yüzünde dağılıp dökülürken Hazer'in verdiği şaşkınlık dolu tepki kulaklarıma ulaştı. Soğuk parmaklarımı dudaklarıma yaslayarak gülüşümü bastırmaya çalıştım. Ne yaptığımı yeni fark ediyormuş gibi kaşlarını yukarıya doğru kaldırdı ve dudakları aralandı. "Bir an bana yumruk atacaksın sandım..."
Ne? Cidden mi? Başımı önüme eğdim ve sesli şekilde gülerek hissettiğim utancın geçmesini bekledim. Hazer kazağına düşmüş kar tanelerini temizlerken, "Affedersin," dedim. Güldüğüm anlaşılıyor olmalıydı. "Kızdın mı? Bir an içimden geldi..."
"Kızmadım kızmadım." Hazer hızlıca konuşarak kapıyı tamamen açtığında kirpiklerimin arasından ona baktım. "Girer misin içeriye? Orada durup üşüme daha fazla."
Eşikten geçtim ve Hazer önümden çekilerek aramıza mesafe açtığında portmantoya yaklaşarak üzerimdeki fazlalıkları çıkarmaya başladım. Yanağını duvarın kirişine yaslamış, bir kafa boy mesafesinden bana bakıyordu. Ona doğru bir adım attığımda Hazer'in göğsü derin bir nefesle yükseldi. "Çok... hoş geldin."
"Çok hoş buldum."
Geçmem için teşvik ettiğinde salona ilerledim. Hazer'in yüzü bakış açımdan çıktığında etrafımdaki şeyleri algılamaya başladım ve evin içinde bir şarkı çaldığını duydum. Çok yumuşak, kulağa hoş gelen bir şarkıydı. Bakışlarım arayışla etrafta dolaştığında salonun köşesindeki pikabı gördüm. Şarkıyı bilmiyordum ama eski döneme ait bir parça olduğu anlaşılıyordu.
"Gel, yemek yiyelim."
Dönüp omzumun üzerinden ona baktım. "Beraber yememiz için... yemek mi yaptın?"
Ensesini kaşırken, "Hı hı," dedi.
Hemen ellerimi yıkamaya gittim. Döndüğümde Hazer mutfaktaydı. Başını kaldırıp bana baktı. Tezgâha yaklaşırken oturmam için tabureyi çektiğini gördüm. Ah, incelikleri beni çok mutlu ediyordu. Oturup omuzlarımı dikleştirdim ve sofraya baktım. Karşılıklı oturuyorduk, ikimizin de önünde beyaz bir tabak vardı ve yemekler ortadaki servis tabaklarındaydı. Bir tabakta mantar sote, diğerinde pilav vardı. "Bunları sever misin?"
"Yemek ayırt etmem," dedim.
"Hımm," diyerek tabağının yanında duran kadeh bardağına uzandığında o bardağın içindeki kırmızı sıvının ne olabileceğini düşündüm. "Mila, Mila, Mila..."
Gülümsedim. "Neden daha çok ikinci ismimle sesleniyorsun?"
"Anlamı hoşuma gidiyor."
Anlamı... Başımı eğdim ve sessiz kalarak servis tabaklarına uzandım. Önce Hazer'in tabağına, sonra da kendi tabağıma biraz mantar sote koydum, yanına da pilav ekledim. Sanırım Hazer bugün şirkete gitmediği için yemek yapacak vakti olmuştu. Tezgâhtaki içeceklere baktım ve vişne suyunu içmek isteyerek kendime bir bardak doldurdum; sanırım Hazer şarap içiyordu.
Karşılıklı oturarak yemeklerimizi yemeye başladık. Pikaptaki şarkı hâlâ çalıyor, yumuşak ezgileriyle beni mest ediyordu. Hazer bazı anlar nasıl çekingen ve tereddütlü davranıyorsa bazı anlarda da bakışlarını benden bir an bile çekmeyecek kadar cüretkâr davranıyordu. Lokmaların boğazımda büyümesine, ellerimin terlemesine daha fazla dayanamayarak, "Hazer," diye sızlandım, ona bakmaktan çekinerek. "Bakma öyle... Müsaade et de yemek yiyeyim."
"Biraz daha baksam...”
Tebessüm ettim. Bir süre daha bakıp önüne döndüğünde kaldığım yerden yemeğimi yemeye devam ettim. Doyduğumda tabağımı alıp masadan kalktım ve kirlilerimi sudan geçirerek bulaşık makinesine koydum. Hazer yemeğini bitirmiş olsa da kalkmadı, elindeki içeceği yudumlayarak beni izledi. Parmak uçlarımda yükselerek salona geçtim ve ilgiyle pikaba yaklaştım. Başımı sol omzuma doğru eğerek şarkının sözlerine kulak verdim.
Seni gördüğüm o günden beri,
Kalbim perişan, gönlüm bir deli.
Sana yazdım beni anlatan, aşkımla dolu bu sözleri.
İşte bu bizim hikâyemiz.
Öyle saf, öyle temiz.
Kenetlenmiş ayrılamaz, kalbimizde ellerimiz.
Sözleri ne kadar hoş, ne kadar da zarifti. Bir tutam saçımı parmağımın etrafına dolayarak arkamı döndüm ve Hazer'e bakmamaya çalışarak ilerideki koltuklara yürüdüm. Koltuğa oturup ayaklarımı izlemeye başladım. Bu gece burada mı kalacaktım? Kalmak sorun değildi ama gerekli de değildi. Neden Hazer’le kalmayı istiyordum. Sebebi neydi bunun? Hangi duygu yüzündendi?
Kulağıma birkaç ses geldiğinde Hazer'in sandalyeden kalktığını anladım. Çok geçmeden yanıma geldi. Kadehi sehpanın üzerine bıraktıktan sonra elini aramızdaki mesafeye, koltuğun üzerine koydu. Onu hissettiğimde içimdeki korku azaldı, yerini manidar bir hisse bıraktı. Şarkı hâlâ çalıyor, kar yağmaya devam ediyordu. Hazer salonunda hep loş bir ışık yakardı, tamamen aydınlık olmadığı gibi karanlık da olmazdı. İkimiz de bu ışıktan memnunduk.
Başımı yana çevirip çenemi omzuma yasladım ve ürkek bakışlarımı onunla buluşturdum. Tahmin ettiğim gibi o da bana bakıyordu. Göz göze gelmemize hazırlıksız yakalanarak bir an yutkunamadı. Hüzünle gülümserken ben de elimi aramızdaki mesafeye, koltuğun üzerine koydum. Parmaklarımız birbirine yaklaşırken heyecanla yutkundum. Hiç temas etmedik, sadece yaklaştık. Hazer gözlerini çevirip parmaklarıma baktı, ürkek cesaretime tebessüm etti. Tüm bunlar yaşanırken kalbimin sesini şarkıdan daha çok duyuyordum.
"Bugün arabada seni arayan kimdi?"
Hazer'in sorusu beni hislerimin ortasından çekip aldığında gözlerimi kırpıştırarak suratına baktım. Tereddütlü bir şekilde, "Her kimse," diye devam etti, "seni rahatsız etmişti sanki."
Hüzünle omuzlarımı düşürdüm. "Yetimhaneden... Leo'nun kaldığı."
Hazer kaşlarını kaldırdı. "Bir şey mi olmuş?"
"Oldu," dedim üzüntüyle. "Kardeşimi... evlatlık istiyorlar."
Yüzündeki ifade donup kaldıktan sonra burnundan sert bir nefes aldı. "Sen istemiyorsan... vermeyiz."
Vermeyiz. Biz.
Böyle düşünmesi her nedense beni mutlu etti ama kalbimdeki acı gülümsememe engel oluyordu. "Leo'yu evlatlık isteyen aile, ona iyi bakabilecek bir aileymiş. Hem maddi hem manevi olarak... Ben kardeşimi almak için gerekeni yaptım ama Müdire Hanım hiç iç açıcı konuşmadı. Leo'ya bakacak maddi imkânım yok. Hem onu isteyen ailede ona örnek olabilecek bir baba varmış. Benimleyken... bir babası olmayacak."
Hazer'in kaşlarının ortasında bir çukur oluştu, sanki o çukur bana düşüncelerinin ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. "Seninleyken bir baba modeline ihtiyacı var," dedi; sesine düşünceleri hakimdi. "Evli olsaydın kardeşini alma ihtimalin daha yüksek mi olacaktı?"
Aramızda bir dakika kadar, ıpıssız bir sessizlik yaşandı.
Bakışlarımı kaçırarak, "Evet," dedim sonra.
Hımm gibi bir ses çıkararak sehpadaki kadehine uzandığında koltuğun üzerinde duran parmaklarımıza bakarak bir müddet sustum. Şarkı sürekli başa sarıyor, bu da beni mutlu ediyordu. Birkaç gündür tıraş olmadığından Hazer'in yüzünde biraz sakal vardı, saçları en dağınık halindeydi ve boğazlı kazağının içinde terliyormuş gibi sürekli eliyle yakasını çekiştiriyordu. İlgiyle onu izlediğimi fark etmiş olmalıydı ki birkaç dakika sonra kafasını bana çevirdi ve uzun uzun yüzüme baktı. "Bana seninle ilgili hiç bilmediğim bir şeyden bahsetsene," diye fısıldadığında elindeki kadehi sehpaya bırakmış, koltukta bana doğru kaymıştı. Uzandı, bileğimden tuttu ve elimi götürüp göğsünün üzerinden kalbine bastırdı. Bayılacak gibi oldum. "Şunun hatırına."
"Hazer," diye fısıldadım, o elimi özgür bıraktığında.
"Safir, lütfen. Seni merak ediyorum.”
Nasıl geri çevirebilirdim ki? Gerçekten istekli ve içten görünüyordu; üstelik o kadar nazikti ki...
"O zaman ikimiz de birbirimiz hakkında bilmediğimiz şeyleri söyleyelim mi? Sadece ben değil, sen de kendinle ilgili bir şeyler paylaş."
"Makul."
Bacaklarımı kaldırdım ve bağdaş kurarak tamamen ona döndüm. Aramızda bir el kadar mesafe kaldığından kalp atışlarım bunu takiben arttı. "Demek makul,” diyerek uzandım ve parmak uçlarımla çenesinin altına dokundum. Ona temas edene kadar ne yaptığımı fark etmemiştim ama Hazer'in ifadesi donup kaldığında parmağımı aceleyle çektim. "Ay... Başlayalım mı?"
Hazer sırıttı. "Olur."
"Olsun."
Onu tekrarlamam karşısında derin bir iç çektikten sonra, "İlk sen başla," diyerek centilmence davrandı.
"Pekâlâ."
Hakkımda bilmediği çok şey vardı, hangi birini söyleyebilirdim ki? İlla kendimle ilgili kötü şeyleri mi söylemeliydim? Onunla ilgili düşündüğüm bir şeyi söyleyebilir miydim acaba? “Bir düşüncemi söyleyebilir miyim?" diye sordum. "Benim düşüncem ama benim hakkımda değil."
Hazer meraklanmış gibiydi. Zaten yakın değilmişiz gibi koltukta biraz daha kayarken, "Lütfen," diyerek teşvik etti beni.
Kendime tekrar düşünme fırsatı tanımadan fısıldadım. "Seni yakışıklı buluyorum."
Cümle dudaklarımdan sızarak Hazer'in kulaklarına ulaştığında aramızdaki zamanın somutlaştığını düşündüm. Hazer gözünü bile kırpmıyor, düzensiz soluklarıyla yüzüme bakıyordu. Sanki o bir kaptandı, gemisi vardı ama açılabildiği en geniş deniz gözlerimdi. Tam bu anda ne oldu, aramızda neler yaşandı bilmiyordum ama hızlı kalp atışlarım dolayısıyla solumda bir ağrı belirmişti.
Hazer kendine gelip konuşabildiğinde, "Bunu söyleyerek beni çok fena kışkırttın," dedi. Sesi boğuk çıkıyordu.
Bakışlarımı çektiğimde Hazer derin nefesler alarak elini koltuğun sırtına koydu. Saçlarımın bir kısmı oraya yayılmıştı ve bunu saçlarıma yaklaşmak için yaptığını anladım ama dile getirmek istemedim. Sessizlik uzadığında, "Bir ricada bulunacağım," dedim ve hemen ekledim. "Senin hakkında merak ettiğim bir şey var. Onu cevaplasan olur mu?"
Şarkının sözleri nakarata döndüğünde Hazer şarkının o satırlarını duymamı ister gibi bir süre sessiz kaldı; bu anı bozmak istemediğim için ben de şarkıya odaklandım. Nakarat sona erdiğindeyse Hazer kafasını salladı. "Sor bakayım balerinim."
"Cuma günleri nereye gidiyorsun?"
Bu sorunun cevabını merak ediyordum çünkü cuma günleri dersimizin geç başlama sebebinin bu sorunun cevabıyla ilgili olduğunu düşünüyordum. Hazer kısa sakallarını sıvazlarkenparmaklarını saçlarımın yanında kıpırdattı. "Cumaya gidiyorum." Gözlerini benimkilerden ayırmadan konuşuyordu. "Behram tanıştığımızdan beri çok istiyordu cuma namazı kılmamı. Yalan yok, onu hep geçiştirdim ama bir gün gidip sırf onun için kıldım. O günden beri gidiyorum. Başta Behram'ın gönlünü hoş tutmak için gittim ama sonra kendim istedim.”
Behram'ın Hazer'i teşvik ettiği şeyler çok güzeldi. Ben... ben daha hangi dine ait hissettiğimi bile bilmiyordum. Bunu hatırlamak beni yine üzdüğünde, "Ne oldu?" dedi Hazer, başını aşağıya eğerek hep yaptığı gibi gözlerimi yakaladığında. "Dudakların büküldü yine…"
Derin bir nefes alarak, "Sıra bende," dedim bu konuyu kendi içimde erteleyerek. "Hakkımda hiç bilmediğin bir şey söylemek istiyorum." Hazer'in gözleri beklentiyle büyüdü ve yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırdı. Ne kadar yakınıma gelirsen gel, ruhuma ulaşamadıkça hep uzakta olacaksın. Ama senin uzağın bile bana aslında çok yakın. Dudaklarım yeniden bükülürken sol gözümden bir damla yaş aktı. Gözlerine baktığımda çektiğim ruhsal acının bir benzerini gördüm.
"Babam... kendini gözlerimin önünde asarak intihar etti."
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...